Çin İşi, Japon İşi… Ya Biz?

Ali Baba, Lenovo, Haier, ICBC, Hisense, Huawei, Baidu, Tencent, ZTE..

Bir kısmını belki ilk kez duydunuz, belki de bu markaların hepsini tanıyorsunuz. Bu markaların 2 ortak noktası var. Birincisi hepsi de 10 milyarlarca dolar değerinde. İkincisi de tamamının Çinli olması.

Evet bildiğimiz taklit ürün cenneti olan Çin’e ait bu markalar. Ki doğrudur, Çin hala dünyanın en büyük taklit marka cennetidir. Bakınız alttaki görsel 😊

Ama aynı Çin’in farklı bir yüzü daha var. O da bilinçli ve programlı bir devlet politikası çevresinde devam eden stratejik bir teknoloji ve marka hamlesi.

Yaşı büyük olanlar bilir 70’lerde meşhur bir tekerleme vardı: “Japon malı, tapon malı diye” 90’lara gelindiğinde ise, dünyada teknoloji içeren ne varsa altından Japon damgası çıkıyordu. Sony, Panasonic, Sharp, Toyota, Hitachi dünyayı alt üst ettiler. Belli bir yaş grubunda walkman’i olmayan yoktu sanırım.

Japonların stratejisi basitti. Batıdan al, taklit et, taklidi üretirken teknolojiyi ve pazarlamayı öğren, kendi teknolojini ve markanı yarat.

Şimdi Çin de kalkınma hareketini sınai mülkiyet üzerinden kurarak, benzeri bir strateji uyguluyor. 90’lı yılların sonuna kadar 50 – 60.000 bile olmayan patent sayıları (Küçümser gibi oldu ama 2016 Türkiye’sinde yabancıların yaptıkları başvurular da dahil 17.000 değil rakam.) 2000’lerden sonra patladı.

2016 yılında durum şöyle: yazı ile  1,338,503 adet patent başvurusu yapılmış Çin’de…

Peki sadece patentlerde mi lider Çinliler ? Hayır. Yer yüzünde yapılan 1.240.000 adet endüstriyel tasarım başvurusunun -sıkı durun-  650.344’ü Çin’de gerçekleşti.

Özellikle bu tasarım meselesi önemli. 2000’li yılların başında yine yazı ile 350.000 tasarım okulu açıldı Çin genelinde. Her okulda 4 sınıf, her sınıfta 30 kişi olsa (Çin’den bahsediyoruz. 30’u yazarken ben bile inanmadım ya neyse😊) 30 x 4 x 350.000 = 42.000.000 öğrenci eder. Yüzde biri tasarımcı denebilecek düzeye ulaştı desek 420.000 tasarımcı demek bu. Üstelik bu hesap bir yılı kapsıyor !

Bir sürü hesap kitapla kafanızı daha fazla karıştırmadan, konuya geri döneyim. Biraz fantezi yapalım.

Yıl 1990. Biz de sizinle birlikte Çin’i yönetiyoruz. Duruma baktık. Bu devran böyle gitmez, bizim artık pirinç ve ipek dışında bir şeyler üretmemiz lazım dedik ve bir kalkınma plan yaptık.

Şimdi 2017’den geriye bakarak bu planı açıklıyorum…

1- Nüfus çok fazla, dolayısıyla üretimimiz inanılmaz boyutta olabilir. Üretebildiğiniz kadar ve ne bulursak üretelim, ucuza satalım.

2- O kadar çok ve ucuz üretelim ki, dünyada herkes bizden almak zorunda kalsın ve ne istediklerini göstermek için ürünlerini bize getirsinler. Biz de tüm dünyada ne var ne yok görelim.

3- Herkese uygun mal yaparken; herkesin yaptığına ait tasarımı, teknolojiyi de görelim ve kopyalayalım.

4- Sonra bir yandan bu malın parçasını üretirken, bir yandan da tamamını yapalım. Dolayısıyla sadece parçayı değil bitmiş malı da bizden alsınlar.

5- Bunu yapmak için nasıl bir insan kaynağı lazım: tasarımcı lazım (detaylar yukarıda), teknoloji bilen adam -kısaca mühendis- lazım (ABD’de en fazla yüksek lisans – doktora öğrencisi olan ülke Çin’dir. Hatta başarılı olanların bir kısmı ABD’ye yerleşmesin diye ailelerini rehin tuttuklarını da okumuştum. )

6- Hatta durumu o kadar domine edelim ki, adamlar gelip burada fabrika kursunlar. Böylece, az bildiğimiz pazarlamayı da pazarlamanın üretime olan etki ve katkılarını da öğrenme imkanımız olsun.

7- Bununla yetinmeyelim, elde ettiğimiz sermaye ile dünyanın en değerli “markalarını” alalım. 3 aşamalı bir planla o markayı Çinli yapalım. Birinci aşama sadece sahiplik, marka aynen devam. İkinci aşama, kendi markamızı aldığımız marka ile birlikte kullanacağız. Son aşamada ilk aldığımız markayı tamamen kendi markamızla değiştirelim. Böylece tüketiciyi korkutmamış oluruz. (Bakınız IBM – Lenovo dizüstü bilgisayarı…)

8- Bütün bu fırtına sonucu oluşan birikimle kendi milyar $’lık markalarımızı yaratalım ve tüm dünyada alımlar yapalım ve pazarımız tüm dünya olsun.

9- Ama hayat tek boyutlu değil bunu yaparken benzeri bir şekilde kültürde, sanatta, sporda da benzeri bir strateji ile ilerleyelim. Mesela, çuvalla bonservis parası verip ünlü oyuncuları transfer edelim. Sonra da parayı bastırıp mesela Avrupa’nın en başarılı ve köklü klübü Milan’ı satın alalım. Alman futbol federasyonu ile anlaşıp, 21 yaş altı takımımızı Alman 2. liginde oynatalım.

10- Bizim Çin olarak en büyük dezavantajımız ne ? Dünya piyasalarına uzaklık. Bir günde arabayı banttan çıkartıyoruz, ama konteyner gemilerle arabayı İngiltere’ye 45 günde götürebiliyoruz. O zaman kültürü ticaretle birleştirip mesela tarihi ipek yolu projesini canlandıralım. İlk etapta 300 milyar $ ayıralım bu proje için.

Bu plan farklı yönleri ile daha da uzatılabilir.

Çin’de durum bu, peki biz bundan ne ders almalıyız? 16.000 patenti nasıl 500.000, 10 adet markamızı nasıl 100 miyar doların üzerinde değere ulaştıracağız?

Şu 10. madde bile inanılmaz bir avantaj sunuyor Türkiye olarak bize. Bizim için artık bir seçim vakti geldi, korkarım geçiyor bile. Ya ucuz ve ikamesi çok kolay ürünlerle devam edeceğiz ya da benzeri bir planla, sanayi 4.0’ı atlayıp bugünden tezi yok sanayi 5.0 dünyasını kovalayacağız.

Plan belli, yol haritası ortada, yapılacaklar da belli. Yapay zeka, VR, şeylerin interneti, genetik vb. konulara yükleneceğiz. Diyeceksiniz ki, yetişmiş eleman nerede ?

Bu soruya yine bir Çin atasözü ile cevap verip, yazıyı bitirelim.

“Bir ağaç dikmek için en iyi zaman 20 yıl önceydi. 2. En iyi zamansa bugün…”

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Facebook

LinkedId